Bir varmış,
bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Develer tellallık eder
eski hamam içinde…Hamamcının tası yok. Külhancının baltası yok… Arap bacı
hamama gider, koltuğunda bohçası yok… Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir
manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi… Bereket versin hacı
cambaza… Bize bir at verdi, dorudur diye… At bize bir tekme vurdu. Geri dur
diye… Deniz ortasına vardık kıyıdır diye… Tophane güllesini cebimize doldurduk,
darıdır diye… Kız kulesini belimize soktuk borudur diye… Tuttu bizi bir
zaptiye, delidir diye… Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün… Tuttuk
pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini… Masaldır
bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal
dadı…
Bir varmış,
bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın üç oğlu
varmış.
Padişah, her
gün yaşlandığını fark etmekte, kendisinden sonra hangi oğlunu tahta
çıkaracağını kara kara düşünmektedir. Günlerden bir gün, üç oğlunu da yanına
çağırmış, onlara:
Söyleyin
bakayım, diye sormuş, beni ne kadar seviyorsunuz?
Babalarının
böyle tuhaf hallerine alışık olan şehzadeler, onun bu sorusunu hiç
yadırgamamışlar. Fakat onun, sorduğu bir şeye karşılık verilmediği zaman da ne
kadar kızdığını bilirlermiş. Önce en büyük şehzade cevap vererek :
Babacığım,
demiş, sizi altın kadar, elmas kadar,
pırlanta kadar seviyorum.
Büyük oğlunun
bu cevabı padişahın pek hoşuna gitmiş. Kahkahalarla güldükten sonra, ortanca
oğluna bakmış :
Ya sen beni
ne kadar seviyorsun bakayım? diye sormuş. O da :
Babacığım,
demiş, ben sizi bal kadar, börek kadar, kadayıf kadar seviyorum.
Ortanca
oğlunun cevabı da padişahın hoşuna gitmiş. Gene kahkahalarla gülmüş. Sonra en
küçük şehzadeye dönerek:
Söyle benim
küçük oğlum, demiş, ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım?
Küçük oğlan,
birdenbire cevap verememiş. Biraz yutkunduktan sonra:
Babacığım,
demiş, ben sizi tuz kadar seviyorum.
Küçük
şehzadenin bu beklenmedik cevabı karşısında, ağabeyleri, kendilerini tutamayıp
gülmüşler. Padişahın da suratı birden asılmış. Kaşlarını çatarak:
Ne dedin, ne
dedin?! diye bağırmış. Beni tuz kadar seviyorsun ha? Seni utanmaz, hain evlat
seni. Dünyada tuzdan daha kıymetli bir şey bulamadın mı?!
Sonra,
hiddetle, yanındaki küçük bir sedef sandıktan iki kese altın çıkarmış. Birini
büyük oğluna, ötekini de ortanca oğluna atmış. Onlara, eliyle dışarı
çıkmalarını işaret etmiş. Her iki oğlu da âdeta yerleri öpüp geri geri
giderlerken, padişah ellerini çırpmış. İçeri bir Arap girince:
Çabuk bana
cellatları çağırın! Diye bağırmış.
Arap uşak
hemen dışarıya çıkmış. Kısa bir zaman sonra, iri boylu, yarı çıplak bir halde,
korkunç iki Arap cellatla içeri girmiş.
Padişah,
küçük oğlunu göstererek:
Çabuk bunu
alın! Kafasını uçurun! Diye bağırmış. Eğer emrimi yerine getirmezseniz, ikinizi
de parça parça doğratırım…
Herkes gibi
sarayda küçük şehzadeyi cellatlar da pek çok severlermiş. Padişahın bu emri
üzerine, onu tutup sürükleyerek dışarıya çıkarmışlar. Hemen iki at
hazırlatmışlar. Birisi küçük şehzadeyi yanına almış. Atları dağlara doğru sürüp
gitmişler.
Saraydan
oldukça uzak bir yerde, bir dağ başında durmuşlar.
Küçük şehzade
pek üzüntülü imiş. Dokunsalar nerede ise ağlayacakmış. Cellâtlar onun bu haline
acımışlar. Bir tanesi:
Şehzadem,
demiş, biz sana kıyamayacağız. Ama, padişahımızın emrini sen de kulaklarınla
duydun. Bari gömleğini çıkarıp bize ver de, bir tavşan yakalayıp onun kanına
bulayalım… “İşte şehzadeyi kestik” diye kanlı gömleği götürüp babanıza verelim.
Sen de buralardan uzaklaş, bir daha memlekete dönme!
Şehzade,
cellâtların bu teklifine sevinmiş. Hemen soyunup gömleğini onlara vermiş.
Hayatını bağışladıkları için her ikisine de teşekkür etmiş. Atın birini de
onlardan alarak uzaklaşmış, gözden kaybolmuş.
Az gitmiş, uz
gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş… Nihayet bir memlekete
varmış. O kadar yorgunmuş ki, neredeyse, attan inerek yere uzanıp uyuyacakmış.
Şehre
girerken, yol kenarındaki ilk evin kapısını çalmış. Kapıyı ihtiyar bir kadın
açmış. Ona, şehzade olduğunu bildirmemiş, dünyada kimsesi bulanmadığını, bu
memleketin de yabancısı olduğunu söyleyerek kendisini evlatlığa kabul etmesini
rica etmiş. Zaten ihtiyar kadının da hiç kimsesi yokmuş. Zahmet çekmeden
yetişmiş bir çocuk sahibi oldum diye sevinerek şehzadeyi evlatlığa kabul etmiş.
İhtiyar
kadın, şehzadenin önüne yiyecek koymuş. Karnını doyuran şehzade, gidip çeşmede
elini, yüzünü, ayaklarını güzelce yıkamış. Sonra atının da karnını doyurmuş. Bu
işler bitince, kadının yaptığı yatağa kendini atarak derin bir uykuya dalmış.
Ertesi sabah
uyandığı zaman, şehzade, pencereden halkın akın halinde bir tarafa doğru
gittiğini görmüş, ihtiyar kadına:
Anacığım
demiş, herkes böyle nereye gidiyor? Bayram filan mı var?
İhtiyar
kadın:
Bayram değil
ama oğlum, demiş, ondan daha önemli bir şey var. Bugün talih kuşunu
uçuracaklar, padişahımızı seçecekler…
Bu sefer
şehzade:
Ne olur
anacığım, demiş, beni de götür. Hiç olmazsa seyrederiz.
İhtiyar kadın
evlatlığını kıramamış. Kalkıp giyinerek sokağa çıkmışlar. Halkla beraber büyük.
meydana gitmişler.
Herkes
toplandıktan sonra, talih kuşunu uçurmuşlar. Talih kuşu, kalabalığın üzerinde
dolaşmaya başlamış. Kimisi, “acaba bana mı konacak?” diye heyecan geçiriyor,
kimisi de, “benim başıma konsun” diye ayaklarının ucuna basarak boyunu
yükseltiyormuş.
Ne ise, kuş,
döne dolaşa gelip bizim küçük şehzadenin başına konmamış mı?
Buna hiç
kimse razı olmamış. Her kafadan bir laf çıkıyor, kimisi de:
O yabancı,
padişah olamaz! diye bağırıyormuş. Çaresiz seçimi bozmuşlar. Ertesi sabah
tekrar toplanmaya karar vermişler.
Ertesi gün
herkes gene meydanda toplanmış. Bu sefer de bir yanlışlık olur da, halkı
kızdırırım diye, küçük şehzade, gidip yol kenarındaki mezarlıkta, bir taşın
yanında oturmuş.
Talih kuşunu
uçurmuşlar. Halk heyecandan kırılıyormuş. Ama kimsede de ses seda yokmuş.
Gözler hep havada kuşun uçuşunu dikkatle takip ediyormuş.
Talih kuşu,
döne dolaşa gidip bu sefer de mezarlık kenarında oturan şehzadenin başına
konmamış mı?
Halk gene
kıyameti koparmış. Bir taraftan da:
Olmadı,
olmadı, Türk’ün şartı üçtür; diye bağıranlar olmuş. Çaresiz bu seçimi de
bozmuşlar. Yeniden toplanmaya karar vermişler.
Ertesi sabah,
halk meydanda çok erkenden toplanmış. Şehzade ile ihtiyar kadın evlerinden
henüz çıkmış, meydana doğru gelirlerken, talih kuşu uçurulmuş.
Kuş gene
kalabalığın üzerinde birkaç defa dönmüş. Sonra oradan hızla uzaklaşarak, gidip
meydana doğru yeni gelmekte olan şehzadenin başına üçüncü defa konmuş. Bu sefer
hiç kimse itiraz edememiş. Bizim küçük şehzade de padişah olarak o memleketin
idaresini eline almış. Akıllı çocuk olduğu için, kısa zamanda halka kendini
sevdirmiş. Birçok işler yapmış. Memleketi gül gibi idare etmeye başlamış.
Aradan yıllar
geçmiş. Genç padişah, kendisini bildirmeden, babasına bir mektup göndererek,
memleketine dâvet etmiş. Babası, komşu bir memleket padişahından gelen dâveti
kabul etmiş. Gezip eğlenmeye bayıldığı için, bir tabur askerle birlikte hemen
gelmiş.
Genç padişah,
çok güzel yemekler hazırlatmış. Fakat hiç birine tuz koydurtmamış.
Genç padişah
bıyık ve sakal bıraktığı için, ilk . karşılaştıkları zaman babasının
tanımadığını hissedince, pek sevinmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder